İznik

İznik'e gitmek için gece saat 01:00 otobüsüne binip Bursa'ya doğru yola çıkmıştım. Amacım sabah 07:00'deki ilk ilçe dolmuşuna yetişmekti, Kamil Koç sağolsun 06:20'de muavinin dürtmesiyle Bursa otogarına varmış olduğumuzu öğrendim. Otobüsten atlayınca önce tuvaletlerde yüzümü yıkayıp kendime gelmeye çalıştım, ardından sabah serinliğinde kimsesiz banklara oturup yanımdaki sandviçlerle kahvaltımı yaptım. Otogarı tavaf etmekten ibaret sabah sporumu tamamlayınca da 9 TL karşılığında ilk İznik minibüsüne binip yola çıktım. Bir tarafımda Kurban Dağı'nı, öbür tarafımda Orhangazi köylerini teker teker geçmeye başladık. Yalova'da otururken doğa yürüyüşü yapmak için bütün bu tepelere çıkmış, İznik Gölü manzarasında piknik yapmıştım. Ama göl kenarına ilk kez iniyordum. Boynumun tutulmasına aldırmadan patlak gözlerimle her ağacı süzerek etrafı seyre daldım. Saat sekizi geçerken şehir surların içine dalıp İznik merkezine ulaşmıştım bile. Ayasofya Camii yakınlarında inip okula giden öğrenci selinin arasından sıyrıldım...










Caminin duruşundan yeni restore edildiği belli oluyordu, İznik'teki tüm tarihi binaları yeniden yapmışlar. Çatılarındaki her kiremit, duvarlarındaki her tuğla ben tazeyim diye bağırıyordu. İlk başta bu kadar hijyenik olmaları garip gelse de alışıyorsunuz, birkaç yağışlı mevsim sonrasında daha da güzel gözükeceklerini düşünüp yeniden gelme planları yapıyorsunuz. Zaten binaların eski halini gösteren tabelaları sağa sola yerleştirmeyi ihmal etmemişler. Bu güzel cami ve hamamların çatısız, kubbesiz, minaresiz, duvarsız hallerini görünce ne kadar isabetli bir iş yapıldığını anlıyor insan. Darısı diğer kültürel varlıklarımızın diyerek caminin içine geçtim. Bazı restorasyon çalışmalarında yapılan iç duvarları alçıyla sıvama gafletine burada düşülmediğini görünce çok sevindim. Duvarlar özgün halleriyle duruyordu. Ne yazık ki freskler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. İçeride yalnızca 4 noktada aşırı derecede silikleşmiş fresk kalıntıları bulabildim. Gerisi dökülen duvarlar ve vandal ziyaretçiler yüzünden tarihten de silinmişler. Yerdeki döşemeler de geçen zamana dayanamamış. Ama ibadet hala devam ediyor. Cami müminlerin hizmetine açık. Ancak biraz ilginç bir yanı da yok değil. Doğu-batı istikametinde inşa edilmiş bina kıbleye dönük olmadığı için cemaat duvarlara çapraz uzanıp namaz kılmak zorunda kalıyor, ortaya değişik bir görüntü çıkıyor. Yine de Ayasofya'nın yanına dikilmiş bir minare hem inananlar için hem de kültür değerlerimiz için çok şey ifade ediyor. Kurtuluş Savaşı sonrası dinamitle havaya uçurulan diğer dört kiliseyi gezince keşke hepsini çevirip ibadete açsaymışız diye kendi kendime sıkıntıya düştüm. Ayasofya'nın kurtulmuş olması bu açıdan çok önemli bir tasarruf olmuş. Tabi ki hala yapılacak işler yok değil. Örneğin pencere çerçevelerinin yapılmaması tarihi camiye absürd ve lüzumsuz bir modernlik katmış. Ayrıca cami içinin bu yüzden hava koşullarına mağruz kalması da pek akıllıca bir girişim olmamış. Ayasofya'nın bir an önce estetik ahşap çerçevelere sahip olmasına umarak II. Murat Hamamı'na doğru yola çıktım. Daha önce bahsettiğim gibi bu hamam da taptaze endamıyla tarihi kente şimdilik biraz yabancı duran bir kişiliğe sahip. Ama bu ikinci ergenliğini yakında atlatacağını bildiğim için fazla üzerinde durmadan içine geçtim. Duvardaki saatin tıkırtısı haricinde kimsecikler yoktu. Sabun ve nem kokusunu içime çekip biraz huzuru dinledim. Ardından tekrar yola düştüm. Arkamda Mahmut Çelebi Camii, önümde tarihi çini fırınları kazı alanı vardı. Sokaktaki çini dükkanlarını inceleyerek camiye yol aldım. Kubbeye yer yapmış iki hacı babayı fotoğrafladıktan sonra kahvedeki amcaların "Yabancıdır o, yabancı, hoşgelmiş" sözlerine gülmemek için kendimi tutmaya çalıştım. İznik gerçekten de insanı güzel karşılayan bir yer. Hemen içim ısınmıştı...










Duvarları boya isteyen iki katlı evlerin arasında bir süre hedefsizce dolaştım. Her pencere pervazında birkaç saksı, her bahçede bir sürü gül ve tanımadığım değişik çiçekler vardı. Güzel kokular içinde mest olunca kendimi her gördüğüm güle burnumu sokarken buldum. Ben ciğerlerimi kapasitesi dışında doldurmaya çabalarken bir amca bahçesinden çıkıp yanıma geldi. Çok beğendiysen bunlara de bak diyerek içeri davet etti. Fırsatı kaçırmamak için hemen peşinden gittim. Mümin Bey tüm bahçesini her türden otantik ve nadir çiçekle doldurmuş, teker teker hepsini tanıttı. Ardından gözü elimdeki krokiye takıldı. İşaretlediğim yerler üzerinde 15-20 dakika sohbet edip geçmişlerini konuştuk. "Hobi" olarak seyahat ettiğimi öğrenince çok sevindi, benim gibi gençlere ihtiyacımız olduğunu söyledi. Konuştuklarından gayet entellektüel birisi olduğu anlaşılıyordu. Haritada tam işaretleyemediğim bir iki yerin lokasyonunu öğrendikten sonra müsaade isteyip bu memur emeklisi amca ile vedalaştım. Önce kapısı kilitli Süleyman Paşa Medresesi'ni dışarıdan izleyip sonra tekrar ziyaret etmek üzere Yakup Çelebi Camii'ne gittim. Minaresi olmadığı için camiyi uzaktan seçemedim, bulunduğu sokağı karıştırıp iki kez yanından geçmişim. Sonunda tesadüf eseri önüne geldim. Meğerse bina önce bir imaret olarak yapılmış, aşevine gerek kalmayınca da camiye çevrilmiş ama minare ekleme gereği duyulmamış. Sebepleri ve sonuçları kurcalamadan havaya uçurulan Koimesis Kilisesi ve pislik içindeki vaftizhaneye doğru ilerledim...










Şimdilerde Böcek Ayazması olarak bilinen vaftizhane merdivenlerinden inince çocuk sesleri ve bir koşturmaca duymaya başladım. "Birisi gelmiş, aşağı iniyor, koşun!" diye heyecan yapan dört tane sevimli velet hemen merdiven başına üşüştüler. Önce biraz kikirdeyip güldükten sonra utana sıkıla fotoğraflarını çekmemi istediler. Ben de tabi ki iyi bir abi olarak bu masum isteklerini yerine getirdim. İçlerinden en küçüğü en cesaretlisi çıkıp sen buranın ne olduğunu biliyor musun diye eskiden bebeklerin törenle burada yıkandığını anlatmaya başladı. Hepsi ayrı ayrı çok sevimliydi. Aslında içimden bir güzel kucaklayıp öpmek geliyordu sıpaları ama merdiven altlarında çocuk öpen bir sapık olarak gazetelerin üçüncü sayfasında yer almak istemedim. Çantamdaki iki tane Twix çikolatayı çıkartıp her birine bir parça düşecek şekilde dağıttım. Uyanık bir tanesi fırlayıp bağırarak diğer arkadaşlarını çağırmaya başladı. "Koşun çikolata dağıtıyor!" sesi yankılanırken ayazmanın pislik içerisindeki halini fotoğraflayıp sokağın öbür tarafından çıkıp gittim. Yanımda başka çikolata yoktu ve öyle sevimli şeylere hayır demek istemiyordum. Birkaç tarihi cami gezisi sonrası şehrin asıl cazibe merkezine ulaştım. İznik Müzesi (Nilüfer Hatun İmareti), Yeşil Camii ve Şeyh Kudbuddin Camii'den üçlemesinden oluşan çok hoş bir park içinde oturup yanımdaki sandviç envanterini biraz daha zayıflattım. İznik çok sakin, ferah ve insanı rahatlatan bir havaya sahipti. Oturdukça huzur buldum...














İçi baştan sona mermer işçiliğiyle yapılmış Yeşil Camii'in şahane çinili minaresini seyrettikten sonra müzeye girmek için hareketlendim. Kapıdaki güvenlik görevlisi çantanda ne var senin diyerek üstüme atladı. Aramasına izin vermeyince bir tabure getirip çantamı üstüne koymamı söyledi. Taburenin yüksekliği sayesinde çantam güvenlik kamerasının görüş alanında kalırmış ama değerli eşyam için mesuliyet kabul etmezmiş. Ben de yüküm hafiflediği için sesimi çıkarmadım. Maalesef ilk engeli atladım derken bir diğer güvenlik görevlisi kuyruğuma yapıştı. Tüm gezim boyunca da bir metre önüm veya arkamdan beni takip etti. Müzede çektiğim fotoğrafların hemen hepsinde görevlinin zoraki pozlarını arşivlemek zorunda kaldım. Müzedeki tek ziyaretçi bendim ve potansiyel bir tarihi eser hırsızı olarak görülüyordum. Yine de bu küçük taciz bu kadar güzel bir günü bozamayacak kadar önemsizdi. Umursamadan işime devam ettim ama eve dönünce müze müdürlüğüne ve Kültür Bakanlığı'na güzel bir şikayet yazısı yazmayı ihmal etmedim. Şeyh Kudbuddin Camii'in içi de aynı dışı gibi mütevaziydi. Daha önce şehir merkezinde ziyaret ettiğim Eşrefzade Camii'in bir küçük hali gibiydi. Duvarları güzelce boyanmış, bütün ahşap işlemeleri baştan yapılmış ve vitraylar takılmıştı. İki cami de çok güzel olmuştu. Ahşap oymaları yapan Yalovalı Cafer Usta'yı kendi kendime takdir edip Lefke Kapı'ya doğru yola koyuldum...










Lefke Kapı, dört tarafı surlarla çevrili İznik'in dört büyük kapısından biri, bence en güzeli. Diğer üç kapıdan şimdilerde Yenişehir ve İstanbul kapısı diye adlandırılan ikisi hala ayakta ama göl kıyısındaki dördüncü kapı tamamen yıkılmış, kemerleri tamamen ortadan kalkmış. Göl tarafındaki surlar da modern yapılanmadan nasibini almış. Kent, artık üç tarafı sur, bir tarafı gölle çevrili hale gelmiş. Yine de arkada kalan sağlar bizimdir. Lefke Kapı çevresinde surlara hoplayıp zıplayarak uzunca oyalandım. Surlar üç sıra halinde yapılmış. Ortada kalın ve yüksek bir duvar ve onun arkasında önünde daha küçük ve ince birer duvar mevcut. Bu duvarların arasında giden patikayı takip edip ana duvar üstündeki burçların içine daldım. İznikliler buldukları tüm boşluklara hurda eşyalarını doldurmuşlar. Terk edilmiş koltuk takımları, dolaplar, nice öğrenci evine yetecek kadar çoklar. Bazı burçlar ise malum koku ve cam kırıklarından anlaşılacağı üzere sarhoşlara ev sahipliği yapıyor. Yine de hiçbirine üvey burç muamelesi yapmadan hepsini geziyorum. Surların tepesine çıkacak bir boşluk bulamayınca şehrin dış tarafına doğru gitmeye karar verdim. Lefke Kapı'nın hemen önündeki mezarlıktan minik bir keçi sürüsü çıkıyordu. Başlarındaki amcaya gidip sevmek için müsaade istedim. Gülerek yakalayabilirsem istediğim kadar sevebileceğimi söyledi. Birkaç başarısız deneme sonrası hayvanları korkutmamın bir işe yaramayacağını anlayıp pes ettim. Mezarlık boyunca uzanan tarihi su kemerlerini takip Çandarlı Halil Paşa ve sülalesinin türbesine ulaştım. Kısa ziyaret sonrasında su kemerlerine tırmanabileceğim bir yer aramaya koyuldum. 3 metrelik kemerler çok ulaşılmaz gözükmüyordu. Duvarlardaki oyuklara ayağımı koyup rahatça çıkabilirdim. Bir çöp kutusundan destek alarak pek zorlanmadan düz duvara tırmandım. Kemerin su yolu betonla kaplanmış, hakikaten su taşımak istense çalışacak gibi duruyordu. Biraz yukarı aşağı kemerler üzerinde yürüyüp vakit geçirdim ama İznik'te yapacak daha çok şey vardı. Henüz gölü görmüş bile değildim. Aşağı inmek ise çıkmak kadar kolay değil. Benim boyumdan bile yüksek bir yerden atlamam gerekiyordu. Önce ayağımı duvara takıp yavaşça inebilir miyim diye debelendim. Bir sonuç elde edemeyince gözlerimi kapatıp kendimi aşağı salmak zorunda kaldım...










Yol üstünde birkaç türbe geçtikten sonra harabe halindeki İsmail Bey Hamamı'na ulaştım. Hamamı korumak için üstüne çelik konstrüksiyon yapılıp bir çatı oturtulmuş ama çatıdaki paneller rüzgara yenik düşmüştü. Uçuşan parçaları acaba kafama inecek mi diye endişe ederek yıkıntı binanın içine girdim. Bir hamam için çok fazla küçüktü. Olsa olsa beyler, efendiler için banyo olurdu. Ama kubbesindeki spiral aydınlatma delikleri ve taş oymaları olağanüstüydü. Duvarlardaki daha sade taş döşemeleri de ayrı bir ilgi kaynağıydı. Böyle ince işleri restore edebilecek ustalara sahip olmadığımız için üzüldüm. Yarın öbür gün burayı yapmaya kalktıklarında muhtemelen bütün duvar oymalarını söküp üstünü alçıyla kapatacaklardır. Başka türlüsüne imkan veremediğimden bütün ayrıntılarını fotoğraflayıp İstanbul kapısına yürüdüm. Kapının çevresindeki surları arşınlayıp özel bir şey bulamayınca tekrar Atatürk Caddesi'ne döndüm. Yol üstündeki sadece duvarları kalmış Ayatrifon Kilisesi'ni geçip I. Murat Hamamı'nda biraz oyalandım. Hamamın çevresini sevimli bir çay bahçesine çevirip içine İznik maketi koymuşlar. Ama şehir yükseldiği için ana cadde hamam zemininin yaklaşık 3 metre üstünde kalmış. Tepenizden geçen arabalar çay bahçesinde pek huzur bırakmıyor. Göl kenarında oturmak umuduyla çay molamı erteledim ve Rüstem Paşa Hanı'nı bulmak için tekrar yola çıktım. Daha önceki araştırmama göre han az önce gezdiğim hamamın tam karşısında olmalıydı. Ama ne şehir maketinde ne de karşımda bir han gözükmüyordu. Çevredeki sokakları bir bir dolanıp gördüğüm hemen herkese hanı sordum. Kimsenin haberi yoktu, öyle bir şeyi duymamışlardı bile. Ayasofya Camii'in köşesindeki turizm ofisine gidip soruşturmaya karar verdim. Tam öğle arası gittiğim için içeride kimse yoktu. Umutsuzca istikametimi antik tiyatroya çevirdim...










Her yerde görmeye alışık olduğum girmek yasaktır tabelalarının hakkını veren bir uygulamayla ilk kez karşılaştım. Antik tiyatronun bulunduğu yerleşkeyi baştan sona çitle çevreleyip çitlerin üstüne tel üstüvane geçirmişlerdi. İçeri girmek gerçekten yasaktı ve girmenin de imkanı yoktu! Tabelada işaret edilen giriş kapısı kilitliydi. Bu kadar olağanüstü önlemler karşısında makinamı çitlerin içine sokup birkaç fotoğraf çekmeye çalıştım. Havaya uçurulmuş bir diğer kilise kalıntısı tiyatronun köşesinde duruyordu. İçinde bir kedi gördüm sanki. Dışarıda kalmanın verdiği kızgınlıkla kediyi kıskandım. Belki bir açıklık bulurum umuduyla tüm çitleri takip ettim fakat nafile. Tiyatronun ortasında kurulan çadır etrafında toplanmış işçileri görünce son umudum da tükendi. İçeri girebilsem bile beni tekrar dışarı çıkartacaklardı. Gücümü başka şeylere vakfetmek üzere göle doğru yola koyuldum. Sahildeki ağaçların gölgesinde kalmış bir banka çantamı atıp göl kenarına gittim. Su ne soğuk ne de sıcaktı, hava çok güzeldi, mayom olsa suya atlayabilirdim, yanımda eşya olmadığı için pişman oldum. Plan yaparken yüzmek aklıma bile gelmemişti. Yakınında su olan herhangi bir yere gidersem cebime mutlaka Speedo tıkıştırmayı not ederek banka oturdum. Çantamda hala iki öğünlük sandviç vardı. Önce Sarelleli olanı, ardından peynirli olanı bir kutu süt eşliğinde bitirdim. Afiyet olduktan sonra hemen solumda kalan kalıntılara doğru yürüdüm. Rivayete göre 325 yılında toplanan konsil bu kalıntılar üzerinde tartışmıştı. Daha sonraları bizim tarihçilerimiz bulunduğum yere çıkıp konsilin aslen nerede yapıldığını tartışmışlar. Onlar da bir karara varamayınca bu harabeleri işaret eden tabelalar sökülmüş. Kalıntıları inceleyince suyun içinde de bir 10 metre kadar ilerlediğini fark ettim. Kazı yapılabilse belki daha fazla bina ortaya çıkabilirdi. Biraz daha göl manzarası izleyip arkamı döndüm. Bir amca köpeğini yüzmeye çıkarmıştı. Kendisi kalıntılar üzerinde yürürken köpeği de su içinde ilerliyordu. Fotoğraflarını çekip selamladıktan sonra ana caddeye doğru yola koyuldum...






Önce yine tamamen harap olmuş Hagios Tryphonos Kilisesi'ni sonra Yenişehir kapısını geçip şehir dışındaki Kırgızlar Türbesi'ni ziyaret ettim. İznik'in alınmasında büyük fayda gösteren Kırgız savaşçılar anısına yaptırılan tarihi türbeyi geçtiğimiz yıl Kırgızistan cumhurbaşkanı da ziyaret edip kurban kestirmiş. Burada fotoğraf arşivim için yeterli veri toplayınca surların hemen dışında kalan Orhan Bey Camii ve hamamını aramaya koyuldum. İki binanın da tamamen yıkıldığını okumuştum ama aşağı yukarı yerini öğrenebilmiştim. Şans eseri II. Murat Hamamı'nda gördüğüm şehir maketine bu iki binayı da eklemişlerdi. Bu yüzden kendimden emin bir şekilde sur dibinde ilerleyerek Orhan Bey'in hatırasını aramaya koyuldum. Zeytin ağaçları ve felaket sıcak altında yarım saat kadar bütün araziyi dolaştım durdum. Kot pantolum bile ıslanıp bacaklarıma yapışmıştı. Birkaç duvar kalıntısı beklerken bir tuğla dahi bulamadım. İki bina da tarihten tamamen silinmiş, üstü zeytin ağaçlarıyla kaplanmıştı. Üzüntü içinde kent merkezine döndüm. Süleyman Paşa Medresesi'nin kapısı artık açıktı. İçeri geçip çini yapmakla meşgul zanaatkarları izledim. İki tane genç kız ve biraz daha büyük bir hanım kendilerini kaptırmış uğraşıyorlardı. Ben girince hepsi kaşlarını kaldırıp bana baktılar, daha büyük olan hanım "Hoşgeldin ablacım, gel otur." diyerek beni davet etti. Medresenin bilfiil çini okulu olarak kullanılması çok hoşuma gitti. Yaşlı ve biraz da aksi bir amca bana çay getirdi. İznik'te tarihi eserlerin nasıl kötü korunduğundan, turizm işinin hiç iyi gitmediğinden yakınıyordu. Köşede oturan bir grup hanım hak vermekle birlikte amcaya sinirlenmemesi konusunda telkinde bulmaya çalışıyordu. Amca öfkelendikçe öfkelendi. Benim elimdeki krokiyi görünce sen niye onu çizmekle uğraştın, ben sana bulurdum daha güzelini diyerek iki tane harita getirdi. Teşekkür edip ikisini de çantama koydum. Çayım bitince yanına gidip borcumu ödemek istedim. Duvarda çay 1.5 TL yazıyordu. Beni pek zengin bulmamış olacak sadece 0.5 TL vermemi istedi. 1.5 TL verince yok çay o kadar değil diyerek ısrarla üstünü iade etti. Bütün hanımlara iyi günler dileyerek çıktım. Fotoğraf makinamın bataryası bitmişti, gezecek bir yerim kalmamıştı ve ben çok yorulmuştum. Otogara gidip ilk minibüsle Bursa'ya geçtim. Orada üstümde kıyafetleri değiştirip ıslak mendillerle elimden geldiğince temizlenmeye çalıştım. Çantamdaki son sandviçleri de yedikten sonra 17:00 aracıyla Ankara'ya doğru yola çıktım. Gece 01:00'de başlayan yolculuğum toplam 99 TL ve şahane bir gün sonrasında saat 22:20'de sona erdi.